Cuma, Nisan 26, 2024
Ana SayfaGENELKARTAL'A DEĞER KATANLAR: DİLEK UYAR

KARTAL’A DEĞER KATANLAR: DİLEK UYAR

KARTAL’A DEĞER KATANLAR: DİLEK UYAR

Dilek UYAR

Türküden hoşlanan kitlenin opera konseri ile, bale izlemeyi seven kitlenin de halk oyunları etkinliği ile bir araya geldiği Kartal’da yaşamak güzel şey.

Aslen Artvinliyim ama, çocukluğum ve gençliğim Üsküdar ve Kadıköy arasında geçti. Özellikle çocukluğumun hafızamda bıraktığı tadı, son yıllarda hiç yakalayamamanın üzüntüsü içindeyim. Çünkü bizim neslin dönemindeki insan ilişkileri, çok daha farklıydı. Şimdi ise, herkes birbirine karşı korkunç bir güvensizlik içinde… Bunun sebebi ise, tüm dünya ülkelerini kapsayan ve temel bir konu haline getirilen “ötekileştirme” olgusu. Olgu olarak adlandırıyorum çünkü, bu duyguyu bizzat bizler geliştirip besliyoruz. Kökeni ise, çekirdek ailelerdir. Aile içi ötekileştirmelerin, toplumlara salgın hastalıkmışçasına yayılmış olmasıdır, başlıca sebebi… Belki sizlere komik gelebilir ama kayınvalide-gelin kavramlarında bile ötekileştirme vardır.  “Aile içi ötekileştirme” diyorum, ben bu saçmalığa. Birinin diğerini ötekileştirerek, toplumu oluşturan en küçük birimin içindeki ayırımcılığa bariz örnektir bu…

“Aile içi ötekileştirme” yi açar mısınız?

Sadece ırk ayırımı olarak algılamıyorum ötekileştirmeyi… Kadının küçümsenmesi de ayırımcılıktır benim nezdimde, sadece erkeğin geçim kaynağı sağlama zorunluluğu da.

Gelenekçiliğin getirmiş olduğu zorunlulukları asla kabullenmiyorum ancak, alışkanlıklarımızdan dolayı gerçekleştirmek zorunda kaldığımız, hatta mutluluk duyduğumuz yaptırımcı geleneklerimize “kız isteme töreni”ni örnek verebilirim. İki olgun insanın almış olduğu birliktelik kararına, kız çocuklarının bir metaıymışçasına istenme töreni bana saçma geliyor ama, ben bizzat uyguladım. Ancak, illa ki böyle bir isteme durumu yaşanacaksa, oğlumu gelip benden isteyebilirlerdi. Kimin, kimden istendiğinin önemi yok; önemli olan iki yetişkin bireyin, bir hayatı paylaşmak istemesi…

Politikaya bakışınız nasıl?

Elli yaşındayım ve bugüne kadar hiçbir politik çalışmam ya da girişimim olmadı. Hiçbir ideolojiye bağlı değilim. Eğer yaşanılası bir dünya istiyorsak, birey olarak vicdanlarımızı dinleyerek hareket etmemiz ve sevginin yönlendirdiği doğrultuda bir şeyler yapabilmemiz yeterlidir. Politikanın, bu duyguları zedelediğini ve insan ilişkilerinin boyutunu husumete sürüklediğini düşünüyorum. Ülkem ve ailem için gözettiğim tek gerçek var, o da huzurdur. İlla topluma fayda sağlamak istiyorsak, politikacı olmak zorunda değiliz. Bireysel olarak bir çocuğun, bir hayvanın, bir yaşlının ruhuna dokunabilmişsek ve hiç tanımadığımız bir canı yeniden hayata döndürüp mutlu edebilmişsek vicdanımız, tüm bu güzel sonuçlardan dolayı mutlu olmuşsak sevgimiz var demektir; kalanı teferruat ve şarlatanlıktır.

Herhangi bir kurum ve kuruluş olmadan tüm bu söyledikleriniz nasıl hayat bulabilir?

Ve bu güzellikleri gerçekleştirebilmek, çok zor değil. Dernek ya da kooperatif kurmadan, herhangi bir kuruma bağlı kalmadan da sonuca varılabilir. Şahsen, sayısı yirmiyi geçmeyen bir gönüllü ekibi ile sağlıyorum ben bunu. Gönüllü ekibimin de aynı sayıda gönüllüleri var. Ve bu zincir, bu kadar basit bir yöntemle, tüm ülkeye yayılmış durumda… Yani en ücra bir köyün, en ücra köşesinde yaşayan herhangi bir şahısa kan, kitap, giysi, okul gereçleri gibi ihtiyaçlar, benim göndermiş olduğum tek bir mesaj vesilesiyle ulaşıyor ve raporu bana geliyor. Hepsi bu işte…

Ya da herhangi bir sivil toplum kuruluşuna, günde bir saat ayırarak da, hiç tanımadığınız birini mutlu etmeyi başarabilirsiniz. Zamanı ya da maddi olanaksızlıkları bahane etmeksizin sağlanabilecek küçük paylaşımlardan, büyük mutluluklar yaşatmak gibisi var mı?

Nasıl çalışmalar sürdürdünüz, anlatır mısınız?

Şimdiye dek, en çok etkisi altında kaldığım sosyal projeler, TEGV bünyesinde gerçekleştirdiklerimizdi… Bunlardan biri, Kadıköy sınırları içinde yer alan ve öğrencilerinin yüzde doksanının Roman asıllı çocukların eğitim aldığı bir okulda, Yeditepe Üniversitesi’nin sınıf öğretmenliği adayı yirmi dört öğrencisi ile birlikte, dört ay boyunca yoğun bir mücadelenin ardından, mutlu sona ulaştığımız proje idi. Ve bu projenin, başarıyla sürdürülmesinde büyük rol oynayan kahraman ise, “Ağaçların Adları İstanbul” adlı projenin fikir sahibi olan, sevgili öğretmenimiz Hüveyda Gümüş idi.  

Yaşam tarzlarından kaynaklanan ve bu durumun getirmiş olduğu dezavantajlar içinde büyümekte olan; yani her gün çöp konteynerlerinin içinden çıkardıkları atıkları satarak geçimlerini sağlayan ve yakamıza yapışarak para isteyen çocuklardan söz ediyorum. Yaptıkları işin, doğaya geri dönüşüm sağlaması gibi bir kutsallığın farkına varmayan çocuklarla, Bremen Mızıkacıları Perküsyon Grubu’nun kurucusu sevgili hocam Yaşar Morpınar öncülüğünde, çöplerden topladıkları atıklardan yaptıkları müzik aletleriyle konser verdikleri andaki gurur dolu bakışlarını asla unutmayacağım. Ve onlar da bizleri asla unutmadılar.

Çok uzun bir süre, yine TEGV gönüllüsü olarak, başta Kartal olmak üzere birçok ilçe okullarında dörder ay etkinlik çalışmalarım oldu. “Evimiz İstanbul” adlı projemizi, Kartal’daki birimimizde sürdürmenin yanı sıra, etkinlik adına düzenlenmiş olan gezginci tırımızla, okul bahçelerinde konuşlanarak, tüm sınıflarla çalışmalar yaptık.

Yazdığınız romanlardan bahseder misiniz?

Parmağımı Bırakma, benim ilk romanım. Proje ve köşe yazarlığının ardından, aslında yüzyıllardır süregelen ama, toplumsal baskılar nedeni ile gündeme getirilmekten korkulan cinsel taciz, tecavüz vakalarının, çocuklar üzerindeki etkilerini, bu romanı yazarak gözler önüne sermeyi borç bildim kendime… Borç bildim diyorum çünkü, hayatımı idame ettirdiğim süre içindeki özgürlüğümü, toplumsal bir sorun haline getirilmeye çalışılmasında kullanılması beni hem sinirlendiriyor, hem de ürkütüyor. “Kadının özgür olduğu toplumda, kadın her türlü şiddete maruz kalmaya mahkumdur.” algısını oluşturma çabalarına göz yummak zorunda kalmayı reddettiğim için yazdım bu romanı…

Kadına dair her türlü şiddetin altından gelenekçilik çıkıyor… Özellikle de evlilik sebebi olan durum çeşitleri içeren gelenekler sürdürüldüğü sürece, kadına şiddet asla son bulmayacaktır. Üstelik bu gelenekler, enseste dayalı birliktelikleri dayatıyorsa… Ölen eşinin abisi ya da kardeşiyle evlendirilen bir kadının, yaşamak zorunda bırakıldığı ilişki ensesttir; nokta…

Ayrıca roman kahramanlarından Hamit’in, zihinsel engelli olmasına rağmen, ona hissettirilen sevgi ile, fiziksel ve ruhsal anlamda kazandığı olumlu gelişmeler sergilemesi örneği, engelli bireylerin toplumdan uzak ve asosyal yaşamaya mecbur bırakılmasının merhametsizlik olduğunun kanıtıdır.

Romanın yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra, aldığım geri bildirimlerden çıkardığım sonuç ise oldukça korkunç… Sadece kendi çevremde, ortalama her elli kadından on tanesinin, çoğu tecavüzle sonuçlanan tacize uğramış olduklarının itirafı beni çok etkiledi ve bu romanı yazma kararımın, bugüne kadar aldığım en doğru karar olduğuna kanaat getirdim.

İkinci romanı ise, yazma aşamasındayım. Yani, Parmağımı Bırakma’nın ikinci bölümü önümüzdeki bahar, raflarda yerini alacak.  Ayrıca bu romanın yanı sıra, yine kadına şiddet içerikli küçürek öykülerden oluşan bir kitap daha yolda… Ama bu kitapta yer alacak olan küçürek öykülerde, fiziksel şiddete ya da fiziksel tacize yer vermedim. Tamamen erkek kibri ve doyumsuzluğu ile, kadınlara hissettirilen duygusal şiddet içeriyor. Ki bu konu da, küçümsenebilecek bir konu değil. Zira tüm gelenekçi toplumlarda olduğu gibi, kadına yaşatılan duygusal şiddetlere şahit olarak büyüyen tüm erkek çocukları da bu bencilce durumu, başka kadınlara yaşatacak olan adaylardır. Bu kısır döngü devam ettiği sürece, kahvehane köşelerinde bile, çaylarını yudumlarlarken, kadınların kendilerine olan sevgilerini göz ardı ederek, üzerlerindeki hükümleri ile övünecek olan “sokak adamları”nın sonu gelmeyecektir.

Bu çalışmalarımın yanı sıra, ilk kişisel sergimde sunuma hazırlamak istediğim çizimlerin altyapısını oluşturmaya çalışıyorum. Daha önce, şahsi sebeplerden dolayı askıya aldığım ve sergilemekten vazgeçtiğim bu projeye, çalışmalarıma daha farklı bir boyut getirerek hazırlanıyorum. İki farklı şehrin klişeleşmiş objelerini, aynı kare içinde, farklı bir hayal gücü ile sergileyeceğim. Umarım…

Kartal’da, birlikte yol almaya çalıştığım, deneyimlerinden oldukça çok şey öğrendiğim, tüm yazar -çizer üstatlarımı seviyorum. Hepsinin, ayrı ayrı özellikleri var benim nazarımda ve birlik kavramlarının oldukça sağlam oluşu da beni etkiliyor. Ama, ilk romanımı yazmam için (ki kırk yaşımdan beridir askıya almıştım) beni bağıra çağıra iteleyen ve resim yapmam için ikna eden sevgili pusulam, abim Raif Zor’un yeri ayrıdır yüreğimde…

Yaklaşık otuz yıldır Kartal’da yaşıyorum. Sosyal ve kültürel olarak, Kartal’ın tüm hareketlerine uzun süredir tanıklık ederek yaşayan bir birey olarak, imar bakımından ne kadar hizbeleşti ise, kültürel olarak da, o kadar gelişti diyebilirim. Ve hatta, yerel yazar-çizerlerimizin öncülük yaptığı uluslararası projelere imza attı. Öncelikle bürokratik desteklerin, ardından da yerel basının katkılarıyla birçok örnek etkinliklerin gerçekleştirilmesi, rutinleşmiş etkinliklerin ardından renk getirdi diye düşünüyorum. İmar olarak da bina sayısı arttıkça, kalabalıklaşmış muhitlerden kaçıp, soluğu Kartal’da alan birçok insanın da, farklı kültürel zevklerini beraberinde getirmesi ile, sanat ve edebiyat dalları üzerine gerçekleştirilen faaliyetlerin yelpazesini genişletmiş oldu. Yani demem o ki, türküden hoşlanan kitle opera konseri ile, bale izlemeyi seven kitle de, halk oyunları etkinliği ile bir araya geliyorlar. Bu, muhteşem bir gelişim bence… Kültürel zevklerin birbirleriyle kaynaşması demek, birlik beraberlik demektir… diye düşünüyorum. Çünkü sanat, halk içindir.

Sevgili Kartal’ın Sesi Gazetesi’ne sonsuz sevgiyle teşekkür ediyorum, bu sohbete vesile olmasından dolayı…

Yuksel Firat
Yuksel Firat
Kartal'ın Sesi Gazetesi yazarı
İLGİLİ HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -

En çok okunanlar

Son Yorumlar

Zehra Sayar on Yılbaşı
Deniz Özlem Er on Yılbaşı